"Irkçılık Hem Derinin Altına Hem De Üstüne Yerleştiriliyor. Akıl Kuşatma Altındadır, Araçsal Boyuta İndirgenmiştir"
Achille Mbembe İle Bir Söyleşi: Anti-sömürge mücadelesi, ırk, teknoloji ve son dalga liberal sömürgeleştirme faaliyetinin gereksiz sınıf yaklaşımı üzerine düşünceler Dekolonizasyonun küresel etkilerine odaklanan Achille Mbembe yaşamı iyileştirme ve önemsemeye yönelik ortak bir insanî beceri olarak aklın yeniden yapılandırılması çağrısında bulunuyor. Nilsen: Nisan 2015’te, Rhodes heykeli Güney Afrika, Cape Town Üniversitesi’nde yıkıldı. Bu olayı nasıl yorumladınız? Mbembe: Kimden bahsettiğimizin farkında olmayanlar için; Cecil John Rhodes bir hükümet korsanıydı. O, Afrika’nın güney kesimindeki 19. Yüzyıl yerleşimci sömürgeciliğini karakterize eden ticari yayılmacılığın acımasız bir aktörüydü. Siyasi ittifaklar, katıksız barbarlık ve menfaatçilik yoluyla, özellikle Kimberley’de elmas ve Witwatersrand’da altın olmak üzere, Güney Afrika’nın maden zenginliğinin büyük bir bölümünü kendisi için ayırdı. Cape Town’da zimmetine geçirdiği arazinin bir kısmını üniversiteye bağışladı ve bunun karşılığında üniversite ana binalarından birinin merdivenlerine onun onuruna bir heykel dikti. Rhodes’un çıkarma (yeraltı kaynaklarını) ve özelleştirmeye dayanan haksız sermaye neo-liberalizminin ilk canlandıranı olması, insanlık tarihini bugünlerde yeniden gözden geçirmeye itti. O, sonucu biyosferin gasbedilmesi ve Dünya’daki temel yaşam koşullarının büyük ölçüde yok edilmesi olan bugün dünyanın birçok yerinde işleyen yağmacı ekonomik sistemin ve plütokratik politikanın habercisiydi. Ben heykelinin devrilmesini evrensel adalet için uzun ve sürüncemede kalmış mücadelede küçük, sembolik bir zafer olarak yorumluyorum. Nilsen: O halde Rhodes ile bugün karşı karşıya olduğumuz neo-liberal düzen arasında bir bağ var diyebiliriz? Mbembe: Tarımsal köleliği, kolonyal yırtıcılığı, çağdaş kaynak çıkarma ve kullanma biçimleri arasında açık bir bağ bulunmaktadır. Bu örneklerin her birinde, biz insanların biyosferle birlikte evrildiğimiz, ona bağlı olduğumuz, onunla ve onun aracılığıyla tanımlandığımız ve birbirimize sorumluluk ve özen borçlu olduğumuz gerçeğinin temel bir inkârı var. Önemli bir fark ise günümüzde bilgisayara dayalı kapitalizmin ortaya çıkmasına yol açan teknolojik yükseliş. Biz artık makine döneminde değil, algoritma çağındayız. Buna karşılık, teknolojik yükseliş, hepimizi artifakta (arkeolojik eser) dönüştürme tehdidi savuruyor, bunu başka yerde ‘dünyanın zencisi olma süreci’ (ç.n dünyanın ötekisi olma) olarak adlandırdım ve teknolojik yükseliş kapitalizmin uzun süre boyunca bel bağladığı kas gücünün büyük bir bölümünü gereksiz hale getirmekle tehdit ediyor. Bugün, kapitalizmin ana hedefi insan vücudu ve dünyevi madde olmaya devam etse de gün geçtikçe tahakküm ve sömürü soyut ve ağsal bir hale geliyor. Arzu ve duygularımızın, hayallerimizin, korkularımızın ve fantezilerimizin bir depolama alanı olan zihnimiz ve psişik yaşamımız dijital kapitalizmin ele geçirmeyi ve metalaştırmayı amaçladığı temel hammaddesi haline geldi. Rhodes’un zamanında, siyahi iş gücünün sömürülmesi ırkçılığın öldürücü bir formuyla el ele devam etti. Günümüz kapitalizmi halen ırkçı sübvansiyonlara dayanıyor. Fakat ırk ayrımı yoluyla sınıflandırma teknolojileri hiç olmadığı kadar sinsi ve bir o kadar da kapsamlı hale geliyor. Dünya devasa bir veri mağazası haline geldikçe, yarının ırkçı teknolojileri gittikçe daha da veri, hesaplama ve bilgi işleme üzerinden üretilecek ve organize edilecek. Kısacası, ırkçılık derinin hem altına hem de üzerine yeniden yerleştiriliyor. Kendisini çeşitli türlerde ekranlar ve aynalar aracılığıyla yeniden üretiyor. Hem spektral hem fraktal hale geliyor. Aksi takdirde, Rhodes’un heykelinin devrilmesi söz konusu olduğunda, benim argümanım heykelin en başından asla orada bulunmaması gerektiği olmuştur. Nilsen: Peki sembol olarak? Mbembe: Evet, bu zalim adamın Güney Afrika’da siyahların insani bir geleceğe sahip olma hakkını inkâr etme girişimine yönelik işlediği çeşitli suçların bir hatırlatıcısı olarak. Hayırseverlik kisvesi altında haksız elde ettiği servetini aklamaya çalıştığı çelişki halini hatırlatmak için de. Ancak Rhodes’un yağmacı ekonomik tarzına ve plütokratik politikasına yönelik uygun bir eleştiri, yalnızca Güney Afrika ile veya belirli bir ulus-devletin içine sınırlanamaz. Onun hizmetinde olduğu proje, sömürgeci ve emperyalist idi. Projenin kapsama alanı Güney Afrika merkezli değildi. Nihayetinde, Rhodes ırkçı, kolonyal ve emperyal biçimde insanlığa ve biyosfere çifte-hasar veren kapitalizminin bir sembolüdür. Ulusal şovenizmin tuzaklarından kaçınmaya çalışan her Rhodes eleştirisinin başlangıç noktası bu düşünce olmalıdır. Nilsen: Yarın Bergen Üniversitesi’ndeki Holberg Müzakeresinde, tarih boyunca toplumsal hareketleri tartışacaksınız. Örneğin, 1960’ların sonundaki öğrenci hareketleriyle karşılaştırıldığında bu toplumsal hareketi nasıl tanımlayacaksınız? Mbembe: Bunlar iki farklı olaydır. İki farklı mekânda iki farklı tarihi anda gerçekleşiyorlar. Çağdaş toplumsal hareket kahramanlarının 1968’de olanlar hakkında herhangi bir bilgisi ve hafızası olduğundan bile emin değilim. Anladığım kadarıyla, Güney Afrika’daki dekolonizasyon hareketinin izlediği amaçlardan biri, bir tekrar yapısı olarak algılanan şeyi, yozlaşmasını maskeleme amacıyla yeninin örtüsünü giyinmeye devam eden eski ve ırkçı bir düzeni- birbirinden ayırmaktır. Bu bağlamda, “Beyaz olmayı” ortadan kaldırmak, kendini tanımanın farkına varma ve zalim geçmişten intikal etmiş kurumları tekrardan şekillendirmek anlamına geliyordu. Bu anlamda, dekolonizasyon projesi hem kurumların bir kritiği hem de bilginin bir kritiğiydi. Asıl soru bu örnekte böyle bir eleştirinin entelektüel ve politik olarak ikna edici bir şekilde dayatılıp dayatılmadığıdır. Doğrusu, varoluşun otomatikleşmesine yönelimle beraber, çağdaş toplumsal hareketler, insan deneyimindeki büyük değişikliklerle karakterize olmuş bir bağlamda işler. Olay sadece ekonominin yeni yaşam mücadelelerinin belirgin alanı haline gelmesi değildir. Aynı zamanda, insanların ve şeylerin, doğanın ve nesnelerin, hepimizin git gide daha çok artifaktlara (arkeolojik eser) dönüşme riskiyle karşı karşıya olduğumuzdur. Bu değişikliklerin çoğu, her yerde bulunan programlamanın temsil ettiği teknolojik yükselişle kısmen mümkün hale geldi. Bu “büyük değişimin” en önemli sonucu, 21. Yüzyılın ilk çeyreğindeki insanın tam manasıyla 1960’ların sonundaki insan olmamasıdır. Bireyleşme tarzları aynı değildir. Özneleştirme biçimleri ya da içeriği de aynı değildir. İnsanın ve teknolojinin çağımıza özgü bir şekilde karmaşık bir tarzda iç içe geçmesi, bilişsel süreçlerin ortaya çıkma biçimlerini, insanların nasıl hayal ettiklerini ve ne tür bir değişim hayal ettiklerini, kısacası, siyasetin nasıl yapılandırıldığını ve deneyimlendiğini derinden değiştirdi. Bu nedenle, günümüz mobilizasyonlarının (hareketlerinin) niteliklerini ve özelliklerini değerlendirirken medya teknolojilerinin siyasi öznellik oluşumu üzerindeki etkisini hesaba katmalıyız. Bu bakımdan çarpıcı olan, bir akıl siyasetinden, bir deneyim siyasetine -bu içgüdüsellikte olabiliyor- olan aşikâr bir kaymadır. Birçoğunun gözünde, kişisel deneyim, dünyada evde olmanın yeni bir yolu haline geldi. Köpüğünü uzakta tutan bir baloncuk gibi oldu. Şu günlerde, deneyim aklı gölgede bırakıyor. Hassasiyetin, duyguların, duyarlılığın ve hislerin tabiiyetin (subjecthood) ve dolayısıyla da radikal eylemliliğin gerçek malzemesi olduğuna inanmaya yönlendiriliyoruz. Paradoksal olarak, çağımızın paranoyak temayülünde bu, neo-liberal bireyciliğin hâkim kısıtlamasıyla oldukça uyumludur. Aynı zamanda teknoloji, akıl ve diğer insan yetileri arasındaki ilişkinin süregelen yeniden yapılanmasıyla da uyumludur. Durum ne olursa olsun bu, birçoğunu romantikleştirmememiz gereken belirsiz kolektif seferberlik biçimlerine yol açtı. Radikalizm maskesi altında, sömürgecilikten uzaklaşma ihtarının zenofobyaya karşı yüksek toleransla veya ırksal sınırları tersine çevirecek şeyi kontrol etme ve savunma arzusuyla el ele gittiği siyasi söylemde esasen ikircikli bir şey var demektir. Alt sınıf direniş siyaseti sonsuz bir saflık ve kendini beğenmişlik performansıyla ya da mağduriyetin sarmal ölçeğinde en çok kimin acı çektiğine dair bir rekabetle sınırlı olduğu temelde zayıflatıcı bir şey vardır. Müfredat reformu, neyi okumamız ve okumamamız gerektiği ve kısacası arşivi yeniden nasıl yapılandıracağımız veya tasarlayacağımız konusundaki tartışmaların çoğunda da aynı acınası tavırlar bulunmaktadır. Eşitlik ve adalet adına savaşılsa da bu mobilizasyonlardan bazıları, koruma ve dokunulmazlık alanları olarak kusurlu kimlik, cinsiyet veya kültürel nosyonları tarafından desteklenen “bizim kadar radikal olmayanlardan” uzaklaşmayı mümkün kılan bir sınır olacak şekilde mezhepsel bir sınırlama mantığını yeniden canlandırabilir. Son olarak, bu mobilizasyonların bir kısmı benlik ve deneyim kavramlarına üstün bir statü kazandırır. Benlik ve deneyimin– ya da bununla alakalı olan radikal failliğin- günlük yaşamın özel mikro alanlarında bulunması gerektiği düşüncesi artık kapsamlı bir eleştiriye tabi tutulmalıdır. Çoğu zaman samimi içselliklerimizin, ruh hallerimizin, zihin durumlarımızın “güvenli alanlar” olduğu, ırkçılık ve neo-liberal sarhoşluğa karşı bağışık olan tek alan olduğu varsayılır. Aslında, günümüz şartları altında, artık, “kirlilikten” arınmış bir “varoluş bölgesi” yoktur. ‘Siyasal’, duygusal açıdan güvenli alanların ve ortak atmosferlerin itinalı yönetimine indirgenemez. Radikal faillik, sınırların paylaşımı ile ilgili değildir. Bu kavram sınırsızlaştırma ile ilgilidir. Bir diğer kişiyle tamamen aynı deneyimleri yaşamadığım müddetçe onun acısı hakkında hiçbir şey bilemeyeceğim ve bu konu hakkında konuşmamam gerektiği doğru değildir. İnsan olma, kendini bir başkası olmak gibi her zaman bulunan bir ihtimale açmak olduğu; bu tarz bir benlik ve kimlik kavramı, tanımı gereği insanlık dışıdır. Zamanımızdaki ‘siyasal’, dünyayı ortak bir şekilde yeniden inşa etme zorunluluğundan başlamalıdır. Dekolonizasyon fikrinin gezegensel ölçekte herhangi bir nüfuza sahip olması için benim komşumdan daha iyi olduğum gibi bir varsayımla başlayamaz. Nilsen: Burada “gezegensel ölçüde” terimini kullanırken, Sizin dekolonizasyon hareketini global bir ölçekte de önemli gördüğünüzü anlıyorum? Mbembe: Dekolonizasyon fikrinin global ölçekte gerçek manada politik, teorik ve estetik bir güç haline gelmesi için çok sayıda koşulun karşılanması ve hala daha birçok işin yapılması gerektiğini savunuyorum. Şimdilik bu fikir çoğunlukla meşru bir istek ve bazı talihsiz durumlarda telafi edici bir söylemdir. Dekolonizasyon hiçbir zaman istikrarlı bir kimlik, koruma, emniyet, güvenlik ve en nihayetinde düşmanla çevrilmiş bir benliğe karşı bağışıklık üretecek bir ego alanına veya ihtiyarî bir öz imgeye geri dönüş anlamına gelmemiştir. Bu çağa özgü güvenlik ve bağışıklık (immünite) arayışı ve risk korkusu, diyelim ki, Frantz Fanon’un tamamen bir denemeden geçmek, hatta bir sıkıntıyla yüzleşmekle ilgili olan dekolonizasyon sözcüğünün bir parçası değildir. Dahası, tarihsel olarak sömürgeciliğin yayılması daha kapsamlı bir soruyla ilgilidir: Dünya’ya sahip olan kimdir? Bu soru, 15. Yüzyıldan bu yana emperyal yayılmacılık ve kolonyal işgallerin temelinde yatan asıl soruydu. 19. Yüzyılda Afrika’nın parçalanmasıyla beraber Avrupalı güçler Dünya’nın bütünüyle onlara ait olduğunu düşündüler. Dünya’nın gerçek sahipleriydiler ve yabancı insanların yaşadıkları her yeri ele geçirme hakları vardı. Bu toprakları ve aynı zamanda daima buralarda yaşamış olan insanları sömürebilirler ve böylece kontrol altına aldıkları her yerde bir etki olanı oluşturabilirlerdi. Kolonyal yayılmacılık, büyük ölçüde gezegensel bir projeydi. Büyük ölçüde ulus devletler ve ulusal ticari şirketler tarafından yürütülmelerine rağmen, kolonyal yayılmacılık yeryüzünün kaynaklarını tekrardan paylaşımı ve en güçlü askeri güce sahip olan ve en büyük teknolojik avantaja sahip olanlar tarafından özelleştirilmesi ile alakalıydı. Bu nedenle en tarihsel anlamıyla, dekolonizasyon -tanımı gereği- gezegensel bir girişim, dünyanın radikal bir açılımı ve dünyaya radikal bir açılım, tecrite karşılık dünyanın derin bir nefes alışıydı. Nilsen: Ve bir istihza? Mbembe: Ve tabii ki, bir istihza. Ve ırkçılık. Çünkü ırkçılık, sömürgeciliğin DNA’sında var. Hiçbir kolonizasyon yoktur ki yüksek dozda yapısal ırkçılığa yol açmasın. Ve hiçbir kolonizasyon yoktur ki, o veya bu şekilde soykırım dürtüsünün tahriki altında olmasın. Bu soykırım potansiyeli tahakkuk eder veya etmez fakat her daim orada bulunmaktadır. Bu potansiyel, Hannah Arendt’in ırk ve bürokrasi hakkındaki çalışmasında ortaya koyduğu şekliyle oradadır. Bu soykırım potansiyeli Amerika ve Avustralya’da gerçekleşti de. Almanlar tarafından da Namibia’da gerçekleştirildi. Yani her zaman ortada duruyor. Çünkü bir yerde ırkçılık varsa, orada soykırım potansiyeli var demektir. Irkçılığın bulunduğu yerde, dünyada var olmak diğerlerine muhalif olarak var olmakla aynı şeydir. Ve bu ikincisi kişinin kendi varlığının savunulması gerekmesine karşı bir tehdit olarak değerlendirilir. Gerekirse, ne pahasına olursa olsun. Nilsen: Öyleyse, bazıları liberal projede halen işleyen kolonyal ve post-kolonyal yapıların bulunduğunu iddia edebilir. Bu durumda, halen bir soykırım potansiyeli olduğunu söyler misiniz? Mbembe: Belki de yakın geçmişimizdeki diğer herhangi bir andan daha fazla, varoluşu bizim yeniden üretimimiz için gerekli görünmeyenlerle ve yalnızca varlığının veya bize yakınlığının kendi yaşamımıza fiziksel veya biyolojik tehdit oluşturduğu kabul edilenlerle ne yapacağımız sorusuyla gittikçe daha fazla karşı karşıya kalıyoruz. Bu soruya yanıt olarak, tarih boyunca, fazlalık, istenmeyen, illegal, vazgeçilebilir veya gereksiz sayılan insan bedenleri için çeşitli kurallar paradigmaları tasarlanmıştır. Tarihsel yanıtlardan biri, mekansal dışlayıcı düzenlemelerin hayata geçirilmesinden oluşmuştur. Örneğin, modern yerleşimci veya soykırımcı sömürgeciliğin ilk aşamalarında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Amerikan yerlilerine ayrılmış arazilere, Avustralya’daki gibi ada hapishanelerine, ceza kolonilerine, Güney Afrika'daki kamplara ve hatta Bantustanlara ilişkin durum böyleydi. Gazze ve göçmen çocukların mobilite üzerine devam eden gezegensel savaş bağlamında hapse atılması geç Modern dönemden iki örnektir. Gazze ve göçmen çocukların hapse atılması, henüz gelmemiş olanın bir habercisi olabilir. Gazze örneğinde, savunmasız, istenmeyen, fazlalık veya ırklarıyla ötekileştirilmiş insanların kontrol edilmesi, başta modüle abluka (modulated blockade) veya moleküler düğümlenme (molecular strangulation) taktiklerinin kombinasyonu yoluyla uygulanmaktadır. Abluka, Gazze Şeridi’ne kimlerin ve nelerin girip çıkabileceğini yasaklar, engeller ve sınırlar. Amaç, Şeridi tedarik hatlarından, altyapı şebekelerinden veya ticaret yollarından tamamen kesmek olmayabilir. Ne olursa olsun, şerit kısmen onu etkili bir şekilde mahpus bir bölgeye dönüştürecek şekilde girişe ve çıkışa yasaklanmış ve strangulasyon (sıkarak boğma ç.n) uygulanıyor. Tüm bunlara, şümullü veya kısmi kapamaya, periyodik askeri çatışmaların olması ve yargısız suikastların umumileştirilmiş kullanımı eşlik ediyor. Mekânsal şiddet, insani stratejiler ve kendine özgü cezalandırma biyopolitiği, sırasıyla, fazlalık, istenmeyen ya da yasadışı olarak kabul edilen insanların yaşamları ve refahları için herhangi bir sorumluluktan kaçınılarak yönetildiği özel bir hapishanemsi alan üretmek için bir araya geliyor. Ama daha önce de belirttiğim gibi, hız ve mobilite üzerine savaşlar olarak adlandırılabilecek yeni savaş biçimlerinden oluşan 21. yüzyılın başlarından başka bir örnek daha var. Mobilite ile ilgili savaşlar, ucuz bedenleri sınırlara çevirmeyi amaçlayan savaşlardır. Genel olarak çevreyi ve savunmasız insanların varoluş ve hayatta kalma araçlarını toz ve harabe yığınlarına çevirerek başlarlar ve böylelikle onları bir sığınak aramak için kaçmak zorunda bırakırlar. Çevrelere ve ekosistemlere karşı olan ve onları ölümcül ve yaşanmaz hale getiren bu tür savaşlar tesadüfi değildir. Bunlar metodik olarak programlanır ve işleme konur. Bu tür ortamlar ve ekosistemler, yeni silahların deneme alanlarıdır. Bu tür bir savaşın hedefleri hiçbir şekilde tekil bedenler değil, aksine işe yaramaz ve fuzuli olarak değerlendirilen büyük insan yığınlarıdır. Nilsen: Bunu biraz daha detaylandırabilir misiniz? Mbembe: Farklı bir şekilde anlatayım. Son günlerde, bu proje olabildiğince çok insanı gereksiz saymaktadır. Yeni tarz, büyük ölçekte ucuz beden üretimidir, çöp sayılacak kalıntı bir insanlık oluşturmaktır. Yeni bir iklim rejimine girişimizle, bu süreç yalnızca daha da yoğunlaşacaktır. Yeryüzünde yaşamın üretilmesi ve doğumlar için küresel koşullar değişimini sürdürdükçe, gezegensel seviyedeki nüfus politikaları fazlalık ve atık yönetimi ile benzerliğini giderek artıracaktır. Dünyamızın gelecekteki jeopolitiği açısından, popülasyonlar sadece Darwinci cinsel seçilim terimleriyle değil, aynı zamanda faydacı ve biyo-fizyolojik-organik bir çerçeve içinde daha fazla ele alınacaktır. Güney Afrika gibi toplam nüfusun çok yüksek bir yüzdesinin işsiz olduğu bir yeri ele alalım. Bunun nedeni "bir işin" olmaması değildir. Bunun nedeni insanların çalışmak istememesi de değildir. Aslında, Afrika'da ve Küresel Güney'in diğer kısımlarında olduğu gibi burada da yapılacak neredeyse her şey yarım duruyor ve yapılmayı bekliyor. Herkese daha iyi bir yaşam yaratmak için yapılması gereken iş miktarı hesaplanamayacak kadar çok. Ancak ekonominin yapısının gerçekten de her birimize ihtiyacı yok. Ayrıyeten zamanımıza da ihtiyacı yok. Her bir vücuda, tüm kas gücümüze veya enerjimize ve hatta sosyal ve kolektif zekamızın büyük bir kısmına ihtiyacı yoktur. Ve insanlık tarihinde yalnızca programlanabilir olanın önemli olacağı bir aşamaya geçerken, gelecekte bu durum daha da geçerlilik kazanacaktır. Konuştuğumuz gibi, birçok vücut zaten hesaplama kapsamının dışında kalıyor. Neyin önemli olduğuna dair terimleri yeniden oluşturmaz ve bu süreçte hangi değerin neye delalet ettiğini belirlemez ve bunun yanı sıra değer atama, değer ölçme, değer değişimi prosedürlerini de tekrardan anlamlandırmadıkça bir şeyler değişmeyecektir. Bunlar, sömürgesizleştirme talebinin salt bir ideolojik hayalden daha fazlası olması için adına layık herhangi bir dekolonizasyon projesinin ele alması gereken temel sorulardan bazılarıdır. Nilsen: Dekolonizasyon tartışmasına geri dönecek olursak, Norveç’te 2018’in yazı boyunca akademide dekolonizasyonla alakalı hararetli bir tartışma vardı. Güney Afrika’daki #RhodesMustFall’un, dünya çapındaki üniversiteler ile ne alakası olabilir? Mbembe: Bilgi, güç ve kurumlar arasındaki ilişkinin eleştirel bir şekilde yeniden değerlendirilmesine duyulan ihtiyaç, yalnızca Güney Afrika’nın bir meşguliyeti değildir. Güney Afrika’da, “Dekolonizasyon” terimi, “Irksızlaştırma (Deracialization)” ile ilgili meselelerin ifade edilmesinin bir yoludur. “Irksızlaştırma (Deracialization)” zorunluluğu Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya ve dünyanın diğer bölgeleri için de geçerlidir. Avrupa'da ve başka yerlerde yeni ırkçılık türlerinin ortaya çıkışı, küresel beyaz üstünlüğünün, popülizm ve retro-milliyetçiliğin yeniden savunulması, farklılığın ve kimliğin silahlandırılması, yalnızca dünyaya karşı derin bir güvensizliğin belirtileri değildir. Tüm bunlar, aynı dünyayı birçoğumuz için soğuk, yaşanamaz ve nefes alınamaz bir mekân kılma kapasitesine sahip ulusötesi güçler tarafından da beslenirler. Bunların hepsi elbette önemlidir. Fakat beni asıl korkutan şeyin bir kısmı, çeşitli bilgi alanlarının her türlü determinizm tarafından yeniden kolonileştirilmesidir. Beni korkutan, bilgi ile veri arasındaki aktif kafa karışıklığı ve bilginin malumata indirgenmesidir. Bu, dünyanın sayılarla ilgili bir mevzu olduğu ve bilginin görevinin sayılabilen olanlar (kantiteleri) ele almak olduğu fikridir. Dahası, bilgi üretmenin en iyi yolunun bilgisayarlarla olduğu ve hesaplanamayan bir şeyin var olmadığı inancıdır. Bilgisayarın yeni beynimiz olduğu fikri ürpertici bir his. Böyle bir bağlamda, "dekolonizasyon", bilginin hesaplamalı (bilgisayarlaştırılan) malumat işlemeye indirgenemeyeceği varsayımından başlamalıdır. Bu nedenle düşünme kabiliyetini yeniden kazanmaya büyük bir ihtiyaç vardır. Ve bana göre bilgi somutlaştırılmış bir metafora indirgenmenin eşiğinde. Sonuç olarak, neredeyse her yerde muazzam bir düşünce yoksullaşmasına tanık oluyoruz. Nilsen: Norveç'in sömürgeden bağımsızlaştırma konusundaki tartışmasında, genç öğrenci aktivistlerinin taleplerinden biri de küresel bir müfredata sahip olmaktı. Bu konudaki görüşünüz nedir? Mbembe: Şu anda, dünyadan geri çekilmek isteyen ve kim ait olabilir, kim dışlanmalı, kim ait olmamalı, kim nereye, neden, nasıl ve ne kadar süreyle yerleşebilir kararını verme kudreti olduğu varsayımına dayanarak belirli bir ulus, topluluk, kimlik ve farklılık fikrini yeniden inşa etmek isteyen güçler tarafından tam anlamıyla saldırıya uğradık. Bu tür kuvvetler, her türden sınırların dikilmesi ve bunların nasıl denetlenmesi gerektiği ile meşgul. "Saf" bir topluluk, aynı görünen ve aynı şekilde davranan bir insan topluluğu oluşturma hayaline inanırlar. Geçmişe geri dönebileceğimiz inancına dayanırlar çünkü geçmiş, gerçekte geleceğimizdir. Buna ‘apartheid’ rüyası diyeyim. Belki ilki ile de alakasız olmayan başka bir hayal var. Az önce vurguladığım gibi, bu hayal bilgiyi bilgisayarlarla hesaplamaya indirgemedir. Aslında, her şeyi hesaplamaya indirgemek ve her şeyi biyolojik ve nörolojik sınırlandırma içerisinden açıklamak hayalidir. Gezegensel bir kütüphane, arşiv ve söz konusu meselede müfredat, stratejik projesi hesaplanamaz ve bilgisayar ile işlenemez olanı anlamadır. Bu yalnızca bilişselciliğin ötesine geçme isteğine dayandırılabilir. Hesaplamaya veya matematiğe karşı değilim. Ben bilişime karşı da değilim. Sadece ne hesaplamanın ne matematiğin ne de bilişimsel hesaplamanın yaşamı açıklamak için yeterli olmadığını söylüyorum. Doğru matematik yapmak yeterli olamaz. Doğru matematiği yaptıktan sonra, hala bu alıştırmanın mevcudatın yaşamı için ne anlama geldiğini belirlememiz gerekiyor. Belli bir seviyeye itildiğinde, doğru matematik tek başına düşünceyi yoksullaştırır ve teoriyi yok eder. Aksi takdirde, sadece bir dünyamız var. Gelecekte Mars'ı veya Venüs'ü veya diğer bilinmeyen gezegenleri kolonileştirmeyi hayal edebiliriz ancak şimdilik bu bizim gerçekliğimizin bir parçası değil. Sadece bir dünyamız, tek bir güneş sistemimiz var ve bu dünyanın mümkün olduğu kadar uzun ömürlü olması için ve bu güneş sisteminin yaşamı olduğu şeklinden çıkarmaması için biraz daha makul ve daha tedbirli olmamız gerekiyor. Bu Dünya bizim ortak çatımız ve ortak sığınağımızdır. Bu çatıyı ve sığınağı paylaşmak, Dünya'daki yaşamın sürdürülebilirliği için en büyük koşuldur. Bunu olabildiğince adil bir şekilde paylaşmalıyız. Ve her halükârda, burada ve başka yerlerde yaşamlarımız o kadar iç içe geçmiş durumda ki, onları ayırmaya çalışmak muazzam miktarda şiddet gerektirecek. İnsanlığı kendisinden ve yaşayan türlerin geri kalanından ayırmak çok fazla şiddet gerektirecek. Ve bu nedenle, özellikle karşılaştığımız türden ekolojik zorluklar karşısında, ulus devletin, etnisitenin, ırkın, dinin vb. gerekliliğin ötesine geçen ortak yaşam biçimlerini yeniden keşfetmek kesinlikle çok önemlidir. Bu tür endişeleri ciddiye alacak bir müfredat oluşturmak kesinlikle gereklidir. Nilsen: Ve müfredatın bileşimi üzerine yapılan tartışmada bu iki gücü görünür buluyor musunuz? Mbembe: Evet, buluyorum. Daha ileri gidersem, gerçekten gezegensel bir müfredat tasarlamanın, paylaşılan bir insan kabiliyeti olarak akıldan geriye kalan her şeyi kurtarmak anlamına geldiğini iddia ediyorum. Emin olmak için ve kendi şiddet ve mantıksızlık geçmişine göre akıl yeniden düzenlenmelidir. Ama onsuz, bu yüzyılda insan ırkına musallat olacak en acil sorulardan birini - yaşamın geleceği sorusunu - nasıl yeterince cevaplayabiliriz bilemiyorum. Uzun süredir yaşamın nasıl ortaya çıktığı ve evriminin koşulları ile ilgileniyoruz. Bugün temel soru, Dünya’nın nasıl düzeltilebileceği, yeniden üretilebileceği, sürdürülebileceği ve ona nasıl bakılabileceği, onun nasıl dayanıklı hale getirilebileceği, korunabileceği ve evrensel olarak paylaşılabileceği ve hangi koşullarda sona ereceğidir. Genel olarak, Dünya üzerindeki yaşamın nasıl yeniden üretilebileceği, sürdürülebileceği ve hangi koşullar altında sona ereceği hakkındaki bu tartışmalar, yaklaşan ekolojik felaket ve teknolojik tırmanışla karakterize edilen çağın kendisi tarafından bize dayatılıyor. Bu soruların hayatı geçicilik koşulları altında manipüle edilecek ve kopyalanacak bir meta olarak ele alan saf bir piyasa mantığı perspektifinden doğru bir şekilde yanıtlanabileceğinden emin değilim. Öte yandan, teknolojilerin “genel zeka”ya ve kendini kopyalamaya doğru ilerlemesi anlamında insan ve teknoloji arasında değişen bir güç dağılımı var. Son on yılda, algoritmik zekâ biçimlerinin gelişimine tanık olduk. Bunlar, genetik araştırmalara paralel olarak ve çoğu zaman genetik teknolojileri ile ittifak içinde büyüyorlar. Algoritmaların ve büyük veri analizinin biyolojik alana entegrasyonu, yalnızca tekno-pozitivizme ve istatistiksel düşünce tarzlarına daha da büyük bir inanç getirmiyor. Aynı zamanda, tabiata kıymet biçme rejimlerinin ve yaşamın kendisini hesaplanabilir bir nesne olarak ele alan tahmin ve analiz biçimlerinin de yolunu açar. Bununla birlikte, tabiattan ilham alan algoritmalar ve doğal seçilim ve evrim fikirleri artış halinde. Genetik algoritmaların durumu budur. Margarida Mendes'in ("Moleküler Sömürgecilik") gösterdiği gibi, bugünkü inanç, her şeyin potansiyel olarak hesaplanabilir ve öngörülebilir olduğu yönündedir. Bu süreçte reddedilen şey ise, yaşamın kendisinin açık bir sistem, doğrusal olmayan ve katlanarak kaotik olduğudur. Bu sorunları gündeme getirmeye devam ediyorum çünkü bunlar, salt ideolojik bir hayal sayılamayacak olan "dekolonizasyon" problemiyle alakasız değiller. Aslında, bu sorunlar, üzerinde düşünmeye istekli veya hazır olmayabileceğimiz gerçekten önemli bir olayın semptomları olabilir. Akıl, nihai sınırlarına ulaşmış olabilir. Ya da her halükârda akıl sınanıyor. Bir yandan, basitçe prosedürel veya algoritmik bilgi işlemeye indirgenmediği zaman, akıl, araçsal rasyonalite tarafından giderek daha fazla değiştirilmekte ve kapsanmaktadır. Başka bir deyişle, insan beyni nano makinelere ve her türlü cihaza “indirilirken” aklın mantığı makinelerin, bilgisayarların ve algoritmaların içinde dönüşüyor. Giderek daha fazla sayıda ve genişleyen hesaplama dalgaları ile çevrili olduğumuzdan dolayı, tek istediğimiz, kalıpları tespit etmek veya varlığı minyatürleştirme ve otomasyon teknolojileri üzerine kurulu finansal modellerden türetilen yapay olguları (artifaktları) kurtarmaktır. Sonuç olarak, techne (bir şeyi yapma becerisi), aklın tipik dili ve tek meşru tezahürü haline geliyor. Dahası, araçsal akıl veya techne kılığında akıl, giderek daha fazla silah haline geliyor. Hayatın kendisi istatistik, meta veriler, modelleme ve matematik aracılığıyla giderek daha fazla yorumlanıyor. Mevcut eğilimlerle ilgili tanımım doğruysa, o zaman bir gezegen çapındaki müfredatın sorması gereken sorulardan biri şudur: Aklın araçsallığının malumat makineleri ve hesaplama teknolojileri tarafından ve bunlar aracılığıyla gerçekleştirildiği bir çağda insan öznesinden geriye ne kalır? İkincisi şudur: Hesaplanabilen ile hesaplanamayan, değerli görülen ile değersiz görülen ve dolayısıyla vazgeçilebilir olanı birbirinden ayıran eşiği veya sınırı kim belirleyecek? Üçüncüsü, bu yeni hesaplama ve iktidar araçlarını kurtuluş araçlarına dönüştürüp dönüştüremeyeceğimizdir. Başka bir deyişle, farklı bir estetik, Dünya'da farklı yaşam, gezegeni onarma ve paylaşma politiğinin olasılığını ortaya çıkarabilecek farklı ölçüm metotları icat edebilecek miyiz? Nilsen: Peki ya bu süreçte kanonlaştırılmış Avrupalı kuramcı ve düşünürlerin metinlerini gevşetmekten endişe duyanlar? Mbembe: Arşivi kesip atmaktan değil genişletmekten bahsediyorum. Bunun gerçekleşmesi için, tek başına Avrupa arşivinin artık hem tarihin, bugünün hem de insan ve insan dışındaki dünyamızın geleceğinin karmaşıklıklarını açıklayamayacağı açıkça anlaşılmalıdır. Hepimizin miras aldığı şey, büyük ölçüde dünyanın arşivleridir. Sadece bir türden arşiv değil. Benim için bu bir sağduyu meselesi. Arşivi genişletmekten, dünyanın farklı arşivlerini eleştirel bir şekilde okumaktan yanayım. Gezegensel bir müfredatın başka bir anlamı olamaz. Nilsen: Her alanda mı? Mbembe: Her alanda. Doğal olarak. Dünyanın ve yaşamın gelecekteki tarihi üzerinde herhangi bir etkisi olan herhangi bir konuda. Ya da şu şekilde ifade etmeme izin verin: Afrika, Asya veya Çin hakkında hiçbir şey öğrenmeden, herhangi bir Afrika, Hint veya Çin romanı veya şiiri okumadan veya Afrikalı, Japon, Çinli dikkate değer bir düşünürü okumadan Norveç eğitim sisteminden geçebilen herhangi bir genç için üzülüyorum. O kişi için son derece üzgünüm. Onun durumu beni gerçekten üzüyor. Çünkü bu, bir tür zihinsel olarak kendi kendini budamak, sakat bırakmaktır, dünyanın aktif veya pasif bir şekilde reddedilmesidir. Gezegensel bir müfredatın amacı, ruhlarımızı bu tür insan kaynaklı hastalıklardan kurtarmak olacaktır. Nilsen: Norveç'teki tartışmada, daha küresel bir müfredat talebi, eleştirmenler tarafından “kimlik politikaları” adına bir kampanya olarak etiketlendi. Bu argümanı nasıl görüyorsunuz? Mbembe: Bu, söz konusu olanın yanlış tanımlanması. Çünkü olan bu değil. Aslında bu kimlik politikasıyla ilgili değil. Daha önce bahsettiğimiz zorluklarla ilgili. Kendimizi bugün dünyada nasıl konumlandırdığımızla ilgili. Sürdürülebilir olması gereken, ortak inşa edilmesi gereken bir dünyada. Apartheid hayaliyle de hiçbir ilgisi yok. Burada, sağcılığın bir eleştirisi olan "kimlik siyaseti" eleştirisi var. Bu politika genellikle kimlik kinayesini tamamen belirli insanları ezmek ve dışlamak, onları ırklaştırmak ve insanlıktan çıkarmak için kullanan bir kuvvetten gelir. Kimlik siyaseti tarihsel olarak en çok farklı “ırkları” damgalamaya istekli olanlar, ilk etapta ortak insanlığımıza inanmayanlar tarafından kullanılmıştır. Onlar silah haline getirdikleri farklılığa tapıyorlardı. Asıl drama, bu şekilde nesneleştirilen ve bir kenara itilen insanların, ne yazık ki, Frantz Fanon ve diğerlerinin de gösterdiği gibi, bu önyargıları kucaklayıp içselleştirmeleridir. Bir ses oluşturma girişimlerinde, kendilerini kendilerine atanmış olan “farklılıklar” açısından tanımladılar. Bu yüzden "kimlik politikası" dediğimizde, bu terimin tarihsel soyağacının tam olarak ne olduğunu ve onu kimin uyguladığını bilmemiz gerekiyor. Bunu uygulayanlar, örneğin, siyah bir Afrikalı Norveç'teki bir havalimanına indiğinde, diğer pek çok insanın bulunduğu bir grubun ortasında, tam olarak bu kişiyi seçen ve onun “profilini” ırksal olarak çıkaranlardır. Gezegensel bir müfredattan bahsetmenin insanların, metinlerin ya da arşivlerin ırksal olarak profilini çıkarmakla hiçbir alakası yoktur. Bu müfredat, herkesi, her kişiyi ve her metni, her arşivi ve her anıyı mümkün olduğunca eşit bir şekilde özen ve ilgi alanına getirmekle ilgilidir. Ortak bir mekân, paylaşılan bir çatı ve ortak bir sığınak gibi ortak bir düzenle, korumanın aksine yakınlıkla ilgisi vardır. Nilsen: "Irksal profilleme" bir Norveç havaalanında sizin başınıza mı geldi? Mbembe: Bugün dünyada seyahat eden birçok Afrika kökenli insan için bunlar mutat olaylardır. Bundan fazlasını söylemek istemiyorum. Ama madem o kapıyı açtınız, bana öyle geliyor ki kimlik politikaları ve diğer farklılık politikaları, kitleler için yeni afyon. Kendimi bu şekilde ifade ederek gerçekten bugün hâlâ sesini oluşturmak veya insan sesi ve insan yüzü olarak tanımlayabileceğimiz bir yüzü kurtarmak için savaşması gereken birçok insanı incitmeye çalışmıyorum. Demek istediğim, bu küreselleşmiş kapitalizm çağında, kimliğin hem aramızdaki en güçsüzleri daha da acımasız hale getirmek için bir silah hem de saf veya otantik bir kurbanın statü talep etmek için bir kaldıraç olarak giderek daha fazla kullanılmasıdır. Vahşileştirilmiş ya da mağdur edilmiş olmak ise, bir kişinin haklarını ya da bakım, adalet, tazminat ya da telafiye erişimini talep etmenin gittikçe en etkili yolu olarak görülüyor. Sormak istediğim soru ise şu: Bu neden böyle? Günümüz şartlarında, intikamın veya kinciliğin adaletle karıştırılmasının nedenleri nelerdir? İçinde yaşadığımız kapitalizm biçiminin, başardığımız teknolojik ilerlemenin artık liberal demokrasilerle uyumlu olmadığı bir noktaya ulaştığımız için mi? Vurguladığım iki kimlik siyaseti şekli liberal demokrasinin, neo-liberalizm ve retronasyonalizm ile ölümcül bir şekilde karışmasından kurtarmayacaktır. Sonuçta önemi olmayan şeylere istediğimiz kadar insanı yönlendirebiliriz, kimin kamusal alanda burka giydiği, Müslüman sakalı büyüttüğü, işimizi çalan yabancılar ve “kadınlarımızı” çalan ve kültürümüzü bozanlar- bu tür hileler, dünya çapında mevcut olan rahatsızlığın temelinde yatan şeyi açıklamayacaktır. Bu hileler yalnızca birçok insanın hissettiği mevcut sıkıntıyı vurgulayacak, olumsuz tutkuları alevlendirecek ve gaddarlığın önünü açacaktır. Nilsen: Kendi ülkeniz Kamerun'da da bu tür kimlik politikası biçimlerini görüyor musunuz? Mbembe: Özellikle Kamerun'da, sömürgecilikten miras kalan kimlik ve dil sorununu çevreleyen benzer bir ıstırap var. Devam eden tartışmalardan biri kimin daha İngiliz veya daha Fransız olduğu ile ilgili. Bu tamamen saçma. Bunu söyledikten sonra sormamız gereken soru şudur: Neden çeşitli benlik ve ortak haklar mücadeleleri zorunlu olarak kendilerini bu dışlayıcı deyimlerle ifade ediyor? Neden sadece baskı kategorilerini taklit eden terimler dışında yürütülmüyorlar? İnsanlar neden nesnel olarak kendi maddi çıkarlarına aykırı hareket eden güçlerle işbirliği yapmaya devam ediyor? Öz-kölelik gibi görünen şeyden elde ettikleri tazminat veya hakkını kullanma biçimleri nelerdir? Nilsen: O halde çözüm nedir? Mbembe: Neyle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlamamız ve birkaç eski varsayımı atmamız gerekiyor. Eleştiri yetisini kurtarmaz, arzularımızı yeniden eğitmez ve herhangi bir özgürlük ya da özgürleşme projesi için kilit bir beceri olarak mantığı iyileştirmez isek bu gerçekleşemez. Akıl kuşatma altındadır, araçsal boyuta indirgenmiştir. O, bir yandan teknikçiliğe (technicism), diğer yandan her türlü olumsuz tutkuya bırakılıyor. Elbette, aklın şiddetli ve trajik tarihinin farkındayım ve bu sadece dünyamızın bir bölgesinde değil. Yani belki de tüm bunlar her şeyden çok bir akıl reformu meselesidir. Belki de aklı diğer hassalarla birlikte yaşamak için aklı eğitmekle ilgilidir. Ama mantığı, hakikat kategorisine derinden bir zarar vermeden toptan nasıl reddedebiliriz bilmiyorum. Demokrasinin, akıl yokluğunda yaşayamayacağına, düşünme, hissetme ve yansıtmayı bir araya getiren, reforme edilmiş bir akıl nosyonunun yokluğunda dünyayı paylaşamayacağımız, onu onaramayacağımız veya hayata gerektiği gibi bakamayacağımıza derinden inanıyorum. Nilsen: Norveç'teki dekolonizasyon hareketine bir başka eleştiri de bunun “Amerikan kampüs aktivizmi” kokması ve bu nedenle Norveç bağlamıyla ilgili olmamasıydı. Mbembe: Dekolonizasyon hareketine yönelik uygun bir eleştiri iyi bilgilenmiş olmalıdır. Ben de bu projeyle ilgili bir dizi eleştirel gözlem yaptım. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki aktivistler ile dünyanın geri kalanındaki aktivistler arasında bir mecaz, kavram ve kategori dolaşımı olduğu doğrudur. Güney Afrika örneğinde, bu hareketin zaman zaman, özellikle ırk ve hatta cinsiyet eleştirisi söz konusu olduğunda, Afro-Amerikan deneyiminden veya sözlüğünden alınan kavramlara ve eylem biçimlerine toptan olarak güvenme eğiliminde olduğu doğrudur. Bunun muhtemelen Güney Afrika’nın kendi tarihsel deneyimini kuramsallaştırmamasıyla, potansiyel evrenselliği hakkında konuşamamasıyla ilgisi var. Bu daha önceden söylendi, ama Norveçli dostlarımıza, bunu basitçe söyleyebilirim. Kolonizasyondan kurtulma meselelerinde, kendi özel bağlamınıza uygun öğrenci aktivizmi biçimleri icat etmelisiniz. Ancak dekolonizasyonun gerekliliğini reddetmek, Jean-Paul Sartre'ın “kötü niyet” olarak nitelendirdiği şeyin bir parçasıdır. Nilsen: Ancak bu argümanın temelinde, muhtemelen Norveç üniversitelerinin diğer ülkelerdeki diğer üniversiteler gibi sömürgecilikle bağlantılı olmadığı fikri yatıyor. Mbembe: Sohbetimiz boyunca, mümkün olduğunca geniş kapsamlı bir dekolonizasyon teorisi sunmaya çalıştım. Norveç dünyada bir ada değil. Norveç dünyanın geri kalanıyla iç içedir ve dünyanın geri kalanının kendisine koyduğu yöne yanıt vermek zorundadır. Ve bu yönelişi çok ciddiye almalı, tıpkı Güney Afrika'nın kıtanın geri kalanı ve dünyanın diğer bölgeleri tarafından kendisine çizilen yöne cevap vermesi gerektiği gibi. Aklımızı bu şekilde kurtaracağız ve sürdürülebilir bir dünya inşa edeceğiz. Nilsen: Bugünkü bilgi sistemlerimiz ne ölçüde hâlen sömürgecilik veya baskı üzerinden tanımlanıyor? Mbembe: Bizim daha etraflı bir "kolonizasyon" anlayışı geliştirmemiz gerekiyor. Dünya çapındaki bilgi sistemleri, hâlâ değer çıkarma mantığı ile desteklenmektedir. Aslında, bilgi, gittikçe artan bir oranda değer çıkarmanın temel aracı olarak tasarlanmaktadır. Yaşadığımız dünya, çıkarılmayı bekleyen geniş bir veri alanı olarak anlamlandırıldığında kolonizasyon devam ediyor demektir. Eleştirel aklın ve teorik düşüncenin rolünü pencereden dışarıya attığımızda ve bilgiyi yalnızca verilerin toplanmasına, analizine ve hükümetler, askeri bürokrasiler ve şirketler tarafından kullanımına indirgediğimizde sömürgeleştirme devam ediyor demektir. Bizi sürekli izleyen ve kaydeden, onlara iliştirilmiş sensör ve kameraların her hareketimizi tespit eden ve büyük miktarlarda veri toplayan akıllı cihazlarla çevrili olduğumuzda kolonizasyon devam ediyor demektir. 21. yüzyılda kolonizasyonun anlamı bu olmuştur. Bu kolonizasyon, veri çıkarma, yakalama, veri kültü, insanın düşünce kapasitesinin metalaştırılması ve programlama lehine kritik aklın reddedilmesine ilişiktir. Bu meseleler, dekolonizasyon projesi bir slogandan daha fazlası olarak kabul edilecekse kucaklanması gereken konulardan bazılarıdır. Şimdilerde her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan şey, yeni bir teknoloji ve teknik yaşam deneyimi eleştirisidir. Her türlü nedenden dolayı. Görsek de görmesek de tanık olduğumuz şey, tamamen yeni bir insan türünün ortaya çıkmasıdır. Tanık olduğumuz şey ne Rönesans'ın ne de 18. yüzyılın insanı ne de 20. yüzyılın başı ya da ortasının insanı. Bu kendi ürettiği nesnesi ile bir arada tamamen farklı tür bir insan. İnsan ve nesne arasında yaptığımız ayrımlar artık tamamen geçerli değil. Çünkü günümüzde protezi olmayan insan yoktur. Çevremiz sadece her türlü teknolojik cihaz ile doymuş değil. Aslında hayatımızın çoğunu ekranlarla ya da ekranlar aracılığıyla yaşayarak geçiriyoruz. Bu deneyimin, bilişin yeni doğaları açısından, şeyleri ve gerçekliğin kendisini nasıl algıladığımız açısından, bildiğimiz veya bilmemiz gereken şey açısından, gerçek ile kurgu, madde ile töz arasındaki ayrım açısından veya teknik altyapılar içinde düşüncenin tekelleşmesi açısından çok ciddi çıkarımları vardır. "Dekolonizasyonun" bir slogandan daha fazlası olması ve bir avantaja sahip olması için, özellikle antroposen (insan eylemlerinin iklim ve çevre üzerinde en büyük etkiye sahip olduğu dönem olarak görülen mevcut zaman ç-n) ile ilgili olduğu kadar, uyumlu çalışan ağlarla dolu hesaplama teknolojilerinin doğası ve varlığımızın ve dünyadaki diğer tüm canlı varlıkların "yazılımsal hale getirilmesi (softwarisatiion)" ile ilgili olan bu değişimlere katılmamız gerekiyor. Bilgiyi alınıp satılabilecek olana indirgeme çabasına direnmeliyiz ve "bağıntılılık/uygunluk" kategorisini yeniden keşfetmeliyiz. Bu, yalnızca "araç" değil, aynı zamanda "amaç" mevzusuna da yeniden vurgu yaparsak gerçekleşebilir. Bunu söylerken, dünyamızın nihilizmin hazırda beklediği, vahşiliğin yeni norm olduğu ve kıyamet arzusunun çok uzak olmadığı bir dönemden geçtiğinin tamamen farkındayım. Nilsen: Son zamanlarda “vahşi nesneler” dediğiniz şey hakkında da yazıyorsunuz. Bu nesnelerin hala Avrupa müzelerinin mülkiyetinde olması ne anlama geliyor ve pratikte iadeleri nasıl yapılabilir? Mbembe: Bu, Felwine Sarr ve Bénédicte Savoy tarafından derinlemesine incelenen kompleks bir sorun. Birlikte bu konular hakkında ikna edici bir rapor hazırladılar. Afrika nesnelerinin Batı müzelerindeki devam eden varlığından endişe duyan herkese onu okumalarını tavsiye ederim. Tazminat çağrısını daha geniş borç, telafi ve evrensel adalet sorunlarıyla ilişkilendirmeye çalışıyorum. Afrika düşüncesinin sömürge öncesi sistemlerinde, bir başkasının hayatı üzerinde bilinçli, kötü niyetli ve kasıtlı bir ihlal eylemi gerçekleştirildiğinde, tazminat bir zorunluluktu. En zarar verici yanlışlar, kişinin "yaşamsal gücüne" zarar verenler olarak kabul edildi. Hayatın kırılgan olduğu veya yok olmaya meyilli olduğu bu gibi bağlamlarda, insan veya başka bir varlığın bütünlüğüne ve yaşam gücüne yapılan her saldırı, ne kadar önemsiz olursa olsun, tazminatı mükemmelleştirdi. Hasar veya yaralanma ekonomik olarak hesaplanabilir. Ancak son örneğimizde, hasar, yaralanma veya kayıp, yaşamın değerinin bir ölçüsüne göre değerlendirilirdi. Bu felsefeye uygun olarak, tam tazminat böylelikle hayatı telafi etmenin de dahil olduğu bir şeydir. Buna tabi olan yasa, mülk odaklı olmaktan çok kişiye yöneliktir. Maddi zararlar ve menfaatler devreye girdiği her yerde, sahip oldukları tek şey hayatın restorasyonunu garanti etmekti. Nihayetinde, net bir beyan (kabul etme ya da itiraf), başka bir ifadeyle doğruyu söyleme kapasitesi olarak adlandırmamız gereken şey olmadan gerçek bir tazminat gerçekleşemez. Bu bakış açısına göre, tazminat, koşulsuz bir görevin parçasıydı – hakikati borç bilmek, hayat, tüm hayat olan sonsuza kadar geri çevrilemez şeyin bir parçası olana borçlu olmak. Gerçek şu ki, Avrupa bizden asla telafi edemeyeceği şeyler aldı. Biz bu kayıpla yaşamayı öğreneceğiz. Avrupa, kendi payına düşen eylemlerinin, paylaştığımız tarihi inkâr etmeye devam ettiği ya da elden çıkarmaya çalıştığı karanlık kısım için olan sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalacak. Ortaya çıkan risk, nesnelerimizi hesabını vermeden iade ederek, iade tamamlandığında, ona gerçeği anımsatma hakkımızın ortadan kalktığı sonucuna varmasıdır. Aramızda yeni bağlar örülecekse, gerçeğin kendisi sorumluluğun öğretmeni olduğu için Avrupa, gerçeği onurlandırmalıdır. Bu hakikat borcu bir ilke olarak silinemez. Zamanın sonuna kadar bizi rahatsız etmeye devam edecektir. Gerçeği onurlandırmak, beraber öğrenme ve hatırlama taahhüdü ile gelir. Édouard Glissant'ın tekrarlamaktan asla vazgeçmediği gibi, her birimizin diğerinin anısına ihtiyacı var. Bu bir hayırseverlik ya da şefkat meselesi değil. Bu, dünyamızın hayatta kalmaya devam etmesi için bir koşuldur. Glissant, dünyanın güzelliğini paylaşmak istiyorsak, tüm ıstırabıyla beraber onunla birleşmeyi öğrenmemiz gerektiğini de ekler. Birlikte hatırlamayı ve bunu yaparak dünyanın dokusunu ve görüntüsünü birlikte onarmayı öğrenmemiz gerekir. Tazminat her zaman kısmi olacaktır. Her bir tazminatın geri getiremeyeceği telafi edilemez kayıplar vardır - bu, telafi edilmesinin gerekli olmadığı anlamına gelmez. Telafi etmek, yanlışı silmek anlamına gelmez. Kwame Anthony Appiah'ın altını çizdiği gibi, telafi etmek, ilişkiyi düzeltmeyi teklif etmekle alakalıdır. Yayımlanan bu yazı Türkçe’ye Safa Nur Altuncu tarafından sosyokritik.com için çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.