Bugün Devrim Neden Mümkün Değil?

Bugün, küresel bir protestoya dönüşebilecek ve devrimci bir kitle hâline gelebilecek, işbirliğine dayalı, ağ kurmuş bir kalabalık mevcut değildir. Günümüzün üretim biçimi, daha çok izole edilmiş, yalıtılmış ve kendine yabancılaşmış öz-girişimcinin yalnızlığı üzerine inşa edilmiştir.

Byung-Chul Han
Byung-Chul Han 14 Mart 2022
Bugün Devrim Neden Mümkün Değil?

Bir yıl önce, Berlin Schaubühne'de Antonio Negri ile aramızda, kapitalizmin iki farklı eleştirisinin karşı karşıya geldiği bir tartışma yaşandı. Negri, neo-liberal rejim olarak tanımladığı “İmparatorluk”a karşı küresel direniş olasılığı hakkında heyecanla konuştu. Kendini komünist bir devrimci olarak tanıttı; beni ise şüpheci bir profesör olarak nitelendirdi

İmparatorluğun gücünü yıkmak için çok güvendiği “kalabalıklar”a dayanan protestoları ve devrimci ağları vurguladı. Ancak, onun komünist devrimci duruşu bana oldukça naif ve gerçeklikten uzak göründü. Bu nedenle, ona neden günümüzde devrimin mümkün olmadığını açıklamaya çalıştım.

Neo-liberal tahakküm rejimi neden bu kadar güçlü? Neden bu kadar az direniş var? Meydana gelen direnişler neden bu kadar hızlı bir şekilde etkisizleşiyor? Zenginlerle yoksullar arasındaki bu derin uçuruma rağmen, neden bugün devrim mümkün değil? Tüm bu soruları yanıtlayabilmek için, günümüzde güç ve tahakkümün nasıl işlediğini tam anlamıyla kavramak gerekir.

Yeni bir yönetim sistemi kurmak istiyorsanız, önce direnci kırmanız gerekir. Bu durum, neo-liberal düzen için de geçerlidir. Yeni bir tahakküm sistemi inşa etmek genellikle şiddet eşliğinde uygulanan güç kullanımını gerektirir. Ancak bir sistemi sürdüren güç ile o sistemi ilk kurarken kullanılan güç aynı değildir. Neo-liberalizmin öncüsü Margaret Thatcher’ın, sendikalar için “içerideki düşman” ifadesini kullanarak onları düşman ilan ettiği ve bu nedenle güç kullandığı bilinir. Ancak, neo-liberal gücü sürdürmek için şiddetli müdahale gerekmemektedir. Sistem bir kez kurulduğunda, artık onu ayakta tutan şey doğrudan şiddet değil, başka bir tür güçtür.

Sistemi koruyan güç artık baskıcı değil, baştan çıkarıcı

Disiplin ve sanayi toplumlarında sistemi koruyan güç baskıcıydı. Fabrika işçileri, fabrika sahipleri tarafından acımasızca sömürülüyordu. Bu şiddetli sömürü, protestolara ve direniş hareketlerine yol açıyordu. Böyle bir düzende, hâkim üretim ilişkilerini sarsacak bir devrim ihtimali mümkündü. Bu baskı rejiminde hem baskılayan hem de baskılanan taraflar açıkça görünürdü. Direnişin karşısında somut, doğrudan tanımlanabilir bir düşman bulunuyor ve bu düşmana karşı direnilebiliyordu.

Neo-liberal tahakküm sistemi ise tamamen farklı bir yapıya sahiptir. Günümüzde sistemi sürdüren güç, artık baskıcı değil; baştan çıkarıcı (seductive) ve yoldan saptırıcı niteliktedir. Üstelik, disiplin rejimlerinde olduğu gibi görünür bir yapıya da sahip değildir. Artık özgürlüğü bastıran, somut bir rakip olarak tanımlanabilecek bir düşman yoktur; dolayısıyla, direnişin yöneltilebileceği açık bir hedef de bulunmamaktadır.

Neo-liberalizm, ezilen işçiyi özgür bir yükleniciye, kendi girişimcisine dönüştürür. Artık herkes, kendi teşebbüsünde çalışan, kendi kendini sömüren bir birey hâline gelmiştir. Her birey, tek kişilik bir yapıda hem patron hem de hizmetkâr rollerini aynı anda üstlenmektedir. Böylece, sınıf mücadelesi de dışsal bir çatışma olmaktan çıkar; bireyin kendiyle yürüttüğü içsel bir mücadeleye dönüşür. Günümüzde başarısız olanlar, sorumluluğu topluma değil, kendilerine yüklemekte ve bu durum utanç duygusuyla birleşmektedir.

İşgal edilmiş kul, işgal edildiğinin farkında değil

Disiplin gücü, bireyleri zorla itaat ettiren, komutlara ve yasaklara dayanan verimsiz bir güçtür. Buna karşılık, bireyin kendi üzerinde kurduğu tahakküm, çok daha verimli bir denetim biçimidir. Bu verimlilik, yasak ve yoksunlukla değil; zevk ve tatmin aracılığıyla işlemesinden kaynaklanır. Neo-liberal iktidar, bireyleri uyumlu hâle getirmektense bağımlı kılmaya çalışır. Neo-liberalizmin bu verimlilik mantığı, aynı zamanda gözetimle de ilişkilidir. Almanya’da, 1980’li yıllarda nüfus sayımına karşı güçlü protestolar yaşanmış; öğrenciler dahi sokaklara dökülmüştü.

Bugünün bakış açısından, çalışılan iş, eğitim seviyesi ya da işe uzaklık gibi bir zamanlar “gerekli” kabul edilen unsurlar artık neredeyse gülünç ve anlamsız görünmektedir. Bir zamanlar, vatandaşların iradelerine rağmen zorla bilgi toplandığına, devletin baskıcı bir tahakküm kurduğuna inanılıyordu. Ancak o dönem çoktan geride kaldı. Artık kendimizi özgür irademizle sunuyoruz. Tam da bu “özgürlük hissi”, protestoyu imkânsız kılan algıyı besliyor. Nüfus sayımı günlerinin aksine, bugün gözetlemeye karşı neredeyse hiç protesto edilmiyor. Kendini açıklama ve teşhir etme özgürlüğü, aslında bireyin kendini gönüllü olarak sömürdüğü ve bunun verimlilik olarak kabul edildiği aynı mantığın parçasıdır.

Protesto mu? Kendine karşı mı? Kavramlarla oynayan Amerikalı sanatçı Jenny Holzer, bu paradoksal durumu çarpıcı bir şekilde özetler: “Beni istediğimden koru.”

Farz edilen güç ile sistemi koruyan gerçek güç arasında ayrım yapmak önemlidir. Günümüzde sistemi sürdüren güç, dostça ve akıllıca bir form kazanarak görünmez ve ulaşılamaz hale gelmektedir. Bu nedenle, tahakküm altındaki birey, işgal altında olduğunu fark etmez; bu durum ona özgürlük gibi görünür. Bu tür bir tahakküm tekniği, direnişi son derece etkili biçimde geçersiz kılar. Özgürlüğü doğrudan baskılayan ve ona saldıran bir iktidar yapısı uzun vadede istikrarlı olamaz. Ancak neo-liberal rejim tam da bu nedenle istikrarlıdır: Çünkü direnişi bastırmak yerine, özgürlüğü kullanarak ve onu araçsallaştırarak kendi tahakkümünü sürdürür. Özgürlüğün bastırılması direnişi kışkırtır; buna karşılık, özgürlüğün sömürülmesi ise direnişi kışkırtmaz. Neo-liberalizmin istikrarı tam da bu farkta gizlidir.

Asya finans krizinin ardından Güney Kore adeta felç oldu ve ülke büyük bir şok yaşadı. Bu koşullarda IMF devreye girerek Kore’ye kredi sağladı. Hükümet ise protestolara rağmen neo-liberal reformları uygulamak zorunda kaldı. Bu, doğrudan baskı ve şiddet içeren bir güç kullanımıydı ve iradeye karşı zor yoluyla dayatıldı. Ancak bu tür bir müdahale, şiddet üreten bir güç biçimi olup, neo-liberal rejimin günümüzde uyguladığı, kendisini özgürlük kisvesi altında sunan “sistemi koruyan güç”ten farklıdır.

Naomi Klein’e göre, Güney Kore ya da Yunanistan’daki mali krizler gibi felaketlerin ardından ortaya çıkan toplumsal şok durumu, toplumu zor yoluyla yeniden programlamak için bir fırsat sunar. Bugün Güney Kore’de neredeyse hiç karşı koyuş ve direniş yoktur. Buna karşılık, depresyon ve tükenmişliğin eşlik ettiği yaygın bir konformizm hâkimdir. Güney Kore, günümüzde dünyadaki en yüksek intihar oranlarından birine sahip ülkelerden biridir. Toplumu dönüştürmeye yönelik bir mücadele yerine, bireyler şiddeti kendilerine yöneltmektedir. Böylece devrime yol açabilecek, dışa yönelmiş ve devrimi gerekli kılacak saldırganlık, içe dönerek kendine yöneltilmiş bir saldırganlık biçimine dönüşmektedir.

Bugün, küresel bir protestoya dönüşebilecek ve devrimci bir kitle hâline gelebilecek, işbirliğine dayalı, ağ kurmuş bir kalabalık mevcut değildir. Günümüzün üretim biçimi, daha çok izole edilmiş, yalıtılmış ve kendine yabancılaşmış öz-girişimcinin yalnızlığı üzerine inşa edilmiştir. Eskiden şirketler birbirleriyle rekabet hâlindeydi; bu da şirket içindeki dayanışmayı mümkün kılabiliyordu. Oysa günümüzde, aynı şirket içinde çalışan bireyler bile birbirleriyle rekabet etmektedir. Bu mutlak rekabet, üretkenliği artırsa da dayanışmayı ve topluluk ruhunu ortadan kaldırmaktadır. Yorgun, depresif ve izole bireylerden hiçbir zaman devrimci bir kitle oluşması mümkün değildir.

Neo-liberalizmi Marksist kavramlarla açıklamak mümkün değildir. Bu sistemde, ünlü “emeğin yabancılaşması” bile gerçekleşmez. Günümüzde bizler, işlerimize öylesine dalıyoruz ki, kendimizi tüketme pahasına çalışıyoruz. Üstelik tükenmişlik sendromunun ilk aşaması genellikle bir hoşnutluk hâlidir (euphoria). Tükenmişlik ile devrim, birbirini dışlar. Bu nedenle, “kalabalığın” parazit bir imparatorluğu bertaraf edeceğini ve ardından komünist bir toplum kuracağını düşünmek hatadır.

Paylaşım ekonomisi yaşamın tamamen ticarileştirilmesine yol açar.

Bugün komünizme ne olacak? Her yerde “paylaşım” ve “topluluk” referansları dolaşmaktadır. Paylaşım ekonomisinin mülkiyet ekonomisinin yerini alması gerekiyordu.

Dave Eggers’in “The Circle (Çember)" adlı yeni romanında "Sharing is Caring" paylaşmak önemsemektir ifadesi kullanılmaktaydı ve paylaşmanın iyileştirmesi gerekiyordu. Çember adlı şirketin ofisine giden kaldırım, "topluluğa bağlılık göster" veya " insanlar burada çalışır" gibi sözlerle bezenmiştir. Daha dürüstçe bir slogan seçilmeliydi: “özen göstermek (ya da paylaşmak) öldürücüdür”.

Her birimizi bir taksi şoförüne dönüştüren dijital araba paylaşma platformları (mesela Almanya’da Wunder Car: küçük dolaşma arabaları-ç.n) topluluk düşüncesinin reklamını yapıyor. Bununla birlikte, Jeremy Rifkin'in "Sıfır Marjinal Maliyet Topluluğu" adlı kitabında iddia ettiği düşünceler hatalıydı. Paylaşım ekonomisi kapitalist ekonominin sonunu getirecek düşüncesi ve paylaşım ekonomisinin parçaların daha değerli olduğu, cemaat odaklı paylaşmanın sahiplenmekten daha önemli olduğu düşüncesi paylaşımcı bir toplumun müjdecisi olarak görüldü. Bunun aksine paylaşım ekonomisi nihayetinde yaşamın tamamen ticarileştirilmesine yol açar.

Jeremy Rifkin’in ortaya koyduğu görüş, “sahiplikten "erişim"e (paylaşıma) geçiş” bizi kapitalizmden kurtarmadı. Paranız yoksa paylaşıma erişiminiz de yoktur. Erişim çağında bile, parası olmayanların hariç tutulduğu bir dünyada Didier Bigo’nun adını koyduğu gibi “Ban-opticon” (görmekten ve erişimden mahrum edilmiş olmak. Panoptikon’un her şeyi görerek kontrol eden sisteminden, ban-opticon’un erişimi kontrol etme üzerinden düzen kurması) olarak yaşamaya devam ediyoruz. Her evi bir otele dönüştüren topluluk pazarı "Airbnb" (özel konutlardaki fazladan geceleme kapasitesini otel gibi sunma sistemi, yaşam alanını paylaşım ekonomisi mantığı ile ticarileştirme- ç.n) misafirperverliği bile meta haline getirdi.

“Topluluk” ideolojisi veya “işbirlikçi ortaklıklar” toplumun tamamen kapitalist bir toplum olmasını sağlar. Bugün çıkarsız dostluk artık mümkün değil. Dostluk, sürekli karşılıklı değerlendirme toplumunda da ticarileştirildi. İnsanlar iyi yorumlar alabilmek için dostane davranıyorlar.

Kapitalizmin sert mantığı, işbirlikçi ekonominin ortasında da hüküm sürmektedir. Paylaşım ne kadar hoş olsa da kimse "paylaşım" ile bedava hiçbir şeyden vazgeçmez, bu bir paradokstur. Kapitalizm, komünizmi bir meta olarak sattığında tatminin zirvesine ulaşır. Bir meta olarak Komünizm, devrimin sonu demektir.

Yazının orijinali için buraya tıklayın

Yayımlanan bu yazı Türkçe’ye sosyokritik.com tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.