Dijital Özgürlük Riski: Yüzleşmemiz Gereken Çok Kırılgan Bir Durum

Özgürlüğün ihlali, fiziksel bir zarara neden olmaz. Onu ne doğrudan hissederiz ne de bunun sonucunda hastalık, sel felaketi ya da işsizlik gibi somut sonuçlara maruz kalırız. Oysa özgürlük, insanlar fiziksel olarak zarar görmeden de yok olabilir.

Ulrich Beck
Ulrich Beck 2 Mart 2021
Dijital Özgürlük Riski: Yüzleşmemiz Gereken Çok Kırılgan Bir Durum

Prism skandalı (ABD’nin özel veri toplama programının ifşa edilmesi – ç.n.), dünya risk toplumunda yeni bir sayfa açtı. Son on yılda; iklim değişikliği, nükleer enerji, finans, 11 Eylül ve terörizmin oluşturduğu risklerin yanı sıra, artık küresel dijital özgürlük riskini de kapsayan bir dizi küresel toplumsal riskle karşı karşıya kaldık.

Tüm bu küresel riskler (terörizm hariç), az çok teknolojik gelişimin bir parçasıdır ve her yeni teknolojinin modernleşme aşamasında ortaya çıkan şüphelerin uzantısıdır. Bugün ise Edward Snowden’in ifşaatlarıyla karşı karşıyayız. Aniden, dijital özgürlük riskini küresel ölçekte kamuya açık bir meseleye dönüştüren olaylar yaşanıyor. Ancak bu örnekte cereyan eden risk mantığı, daha önce deneyimlediklerimizden farklıdır.

Çernobil ve ardından Fukuşima’daki reaktör kazaları, nükleer enerji riski hakkında kamuoyunda tartışmalara yol açarken; dijital özgürlük riskiyle ilgili tartışma, bir felaketin tetiklemesiyle başlamamıştır. Çünkü burada asıl felaket, küresel ölçekte dayatılan bir hegemonik denetim olacaktır. Ne var ki, bu enformasyon hegemonyasının kendi imajı, böyle bir küresel riski görünmez kılar. Başka bir deyişle, bu özel felaket, normalde kimsenin farkına varmadan yaşanacaktı. Ancak potansiyel felaketin farkına vardık çünkü Amerika Birleşik Devletleri’nden bir gizli servis uzmanı, dünyaya bu riski açıklamak amacıyla bilgi kontrol yöntemlerini ifşa etti. Böylece alışılmış düzenin tersine dönmesiyle karşı karşıya kaldık.

Dijital özgürlük riskine dair farkındalığımız oldukça kırılgandır. Çünkü diğer küresel risklerin aksine, bu risk; uzayda ve zamanda fiziksel bir felakete odaklanmaz, ondan kaynaklanmaz ve ona sürekli işaret etmez. Aksine, beklenmedik biçimde hafife aldığımız bir şeye, yani neredeyse ikinci doğamız hâline gelen bilgiyi kontrol etme yetimize müdahale eder. Öte yandan, sorunun sınırlı düzeyde görünür olması, direniş için bir zemin oluşturur.

Bu olguyu farklı bir şekilde açıklamaya çalışalım: Öncelikle, tüm küresel risklerin ortak bazı özellikleri vardır. Hepsi, bir şekilde günlük yaşamlarımızda küresel karşılıklı bağımlılığı evlerimize taşır. Detaylı incelendiğinde görülür ki bu riskler küreseldir; çünkü mekânsal, zamansal ve toplumsal olarak sınırlı kazalarla değil, aynı sınırlamalar içindeki felaketlerle ilgileniriz. Üstelik bu felaketlerin tümü, bugüne kadar modernleşmeyi şekillendiren kurumları geriye dönük olarak sorgulamamıza yol açar. Özgürlük riski bağlamında bu durum; ulus devletin demokratik denetim kapasitesinin yetersiz kaldığı senaryoları ve olasılık hesaplarının, sigorta korumalarının ya da benzeri önlemlerin işe yaramadığı durumları da içerir.

Ayrıca, tüm bu riskler dünyanın farklı bölgelerinde farklı şekillerde algılanmaktadır. Bu bağlamda, Huntington’un “medeniyetler çatışması” kavramının bir tür uzantısı olarak “risk kültürleri çatışması” kavramı ile karşı karşıyayız. Öte yandan, varoluşsal felaketlerin artışına da tanıklık ediyoruz ve her yeni felaket, bir öncekini gölgede bırakma tehdidi taşıyor: Finansal risk, iklim riskine üstün geliyor; terörizm ise dijital özgürlük ihlalinin önüne geçiyor. Bu durum, dijital özgürlüğe yönelik küresel riskin toplumlar tarafından fark edilmesini engelleyen temel nedenlerden biri hâline geliyor ve bu nedenle hâlâ kamu müdahalesi konusu olamıyor.

İkinci nokta ise bugün açıkça değişmektedir. Ancak bu gerçekle yüzleşmek, oldukça hassas ve kırılgan bir süreci ifade eder. Peki, halkın bu riski fark ederek bilinçlenmesini sağlayacak ve onları siyasi eyleme yönlendirecek güçlü bir aktör kim olabilir? Aklıma gelen ilk aday demokratik devlettir. Fakat bu durum, adeta tilkiden kümese bekçilik etmesini istemeye benzer. Çünkü hem ulusal hem de uluslararası güvenlik çıkarlarını en iyi şekilde koruyabilmek için dijital şirketlerle iş birliği içinde olan ve bu iş birliği üzerinden hegemonyasını kuran bizzat devlettir. Bu bağlamda atılacak herhangi bir adım, ulus devletin çoğulculuğundan koparak denetimsiz bir dijital küresel devlete doğru tarihsel bir adım anlamına gelebilir.

Vatandaş ise ikinci potansiyel aktör olarak karşımıza çıkıyor. Ancak dijital medya kullanıcıları, adeta birer “siborg” hâline geldi (yani hem biyolojik hem yapay bileşenleri olan varlıklar). Bu medya araçlarını, sanki duyularının bir uzantısıymış gibi kullanıyor; onları dünyayı anlama biçimlerinin ayrılmaz bir parçası olarak görüyorlar. “Facebook nesli” olarak tanımlanan bu kuşak, sosyal medyaya olan bağımlılıkları nedeniyle neredeyse bu dijital ortamda yaşıyor ve bu durum, onları bireysel özgürlüklerinden ve mahremiyetlerinden ödün vermeye itiyor.

Peki, böyle bir kontrolü kim sağlayabilir? Örneğin, anayasa bu görevi üstlenebilir. Ancak Almanya’da Anayasa’nın 10. maddesi, posta ve telekomünikasyon gizliliğinin dokunulmaz olduğunu belirtmektedir. Bu hüküm, adeta geçmişte kalmış bir dünyaya ait bir söz gibi algılanmakta ve küreselleşmiş dünyanın sunduğu yeni iletişim ve denetim biçimleriyle örtüşmemektedir. Öte yandan, Avrupa’da temel hakları savunmaya çalışan birçok güçlü denetim kurumu da mevcuttur; örneğin Avrupa Adalet Divanı, veri koruma kurumları ve parlamentolar gibi yüksek düzeyde faaliyet gösteren yapılar.

Ancak çelişkili biçimde, bu kurumlar ellerinden geleni yapsalar da başarısız oluyor. Çünkü kullandıkları savunma araçları, yalnızca ulusal sınırlar içinde geçerlidir. Biz küresel süreçlerle uğraşırken, onlar hâlâ geçen yüzyılda geliştirilen müdahale yöntemlerini kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu durum yalnızca dijital özgürlük riskiyle sınırlı değildir; tüm küresel riskler için geçerlidir: Ulusal ölçekte önerilen siyasi ve hukuki çözümler, artık küresel risk toplumunun ortaya çıkardığı sorunları karşılamaya yetmemektedir.

Tüm bunlar ilk bakışta fazlasıyla karamsar görünebilir. Ancak yine de bir adım ileri giderek; bizlerin- yani sosyal bilimcilerin, sıradan vatandaşların ve dijital araç kullanıcılarının- bu gelişmelerin toplumumuzu ve siyaseti ne ölçüde ve ne şekilde dönüştürdüğünü anlayabilmek için gerekli kavramsal araçlara sahip olup olmadığımızı sorgulaması gerekir. Yeni Dünya'da yolumuzu bulmak için ihtiyaç duyduğumuz kavramlar, haritalar ve pusulalardan yoksun olduğumuza inanıyorum. Bu durum, içinde bulunduğumuz küresel risk toplumunun temel özelliğidir. Başarılı modernleşme ve hızla gelişen teknolojik evrim, bizleri bu alanları tanımlamak için gerekli kavramlar elimizde olmadan harekete geçmeye zorlamaktadır.

Özgürlük riskiyle ilgili konumumuzu açıklamak için bir örnek faydalı olabilir. Günümüzde yeni bir dijital imparatorluğun oluştuğuna dair güçlü bir eğilim söz konusudur. Ancak tarihten bildiğimiz hiçbir imparatorluk -ne Yunan, ne Pers ne de Roma- günümüz dijital imparatorluğunu tanımlayan özelliklere sahip değildir. Bu dijital imparatorluk, henüz tam anlamıyla düşünülmemiş olan modernite dinamiklerine dayanmaktadır. Askeri şiddete başvurmaz, uzak bölgeleri siyasi ya da kültürel olarak kendi sınırlarına dâhil etmeye çalışmaz. Fakat bireylerin her türlü tercih ve eksikliklerini ortaya çıkarmaya zorlayan, onları afişe eden; kapsamlı, derin ve etkisi geniş bir gözetim ve kontrol mekanizması uygular. Bu düzen içinde hepimiz, istemesek bile, şeffaflaştırılmaktayız.

Oysa geleneksel imparatorluk kavramı, bu türden bir kontrol biçimini içermez. Buna ek olarak, burada dikkate değer bir müphemlik var: Büyük ve güçlü kontrol araçları geliştiriyoruz; ancak uyguladığımız dijital denetim sistemleri son derece kırılgan ve savunmasız kalabiliyor. Bu gözetim imparatorluğu, bir askeri güç, devrim ya da savaş tarafından değil; yalnızca bir birey tarafından tehdit edildi. Otuz yaşındaki bir gizli servis uzmanı, sistemin bilgi altyapısını kendi aleyhine değil, sisteme karşı kullanarak onu sarsma potansiyeli taşıdı. Gerçek şu ki, bu kontrol yapısının hem güçlü hem de kırılgan olması, aynı madalyonun iki yüzüdür.

Günümüzde birey, tarihte hiçbir imparatorluğun sunmadığı bir fırsatla; dışarıdan bakıldığında kusursuz gibi görünen bir sisteme karşı direnme potansiyeline sahiptir. Edward Snowden örneğinde olduğu gibi, cesur bir birey eyleme geçerse karşı gücü temsil edebilir. Bu bağlamda önemli sorulardan biri şudur: Büyük teknoloji şirketlerini, ihbarcıları koruyan bir sendika sistemine geçmeye zorlayabilir miyiz? Ve daha da önemlisi; ister yerel düzeyde, ister tüm Avrupa çapında olsun, bu tür dijital direnişin sorumluluğunu üstlenmeye hazır mıyız?

Ancak sıradan vatandaş -Snowden’ın aksine- bu sözde dijital imparatorluğun yapısı ve gücü hakkında fazla bilgi sahibi değildir. Genç bireyler, adeta modern bir Kristof Kolomb gibi “Yeni Dünya”ya doğru yol alırken, sosyal ağları bedenlerinin bir uzantısı gibi kullanmakta; bu yolla sürekli bağlantıda kalmaktadırlar. Yeni neslin dünya görüşü; protesto hareketleri, küresel iletişim ve dijital ilişkiler gibi konulara açık olsa da, sistemin sunduğu imkânları yaşamlarının merkezine yerleştiriyor. Görünüşe göre, gençler sistemin kendilerini kontrol etmesinden endişe duymuyorlar.

Burada çok önemli bir sonuçla karşı karşıyayız: Özgürlük hakkının ihlalini değerlendirme biçimimiz, örneğin iklim değişikliği sonucunda ortaya çıkan sağlık sorunlarını değerlendirme biçimimizden oldukça farklıdır. Özgürlüğün ihlali, fiziksel bir zarara neden olmaz. Onu ne doğrudan hissederiz ne de bunun sonucunda hastalık, sel felaketi ya da işsizlik gibi somut sonuçlara maruz kalırız. Oysa özgürlük, insanlar fiziksel olarak zarar görmeden de yok olabilir. Devletin gücü ve meşruiyeti çoğunlukla güvenlik vaatlerine dayanırken, özgürlük bu denklemde ikinci plana itilir veya önemsizleştirilir. Bir sosyolog olarak, şimdiye kadar tecrübe ettiğimiz küresel riskler arasında en kırılgan olanın özgürlük riski olduğuna inanıyorum.

Peki, bu durumda ne yapmalıyız? Cevap, dijital çağın gereklerine uygun yeni bir insan hakları anlayışı geliştirmekte yatıyor. Bir tür dijital hümanizm öneriyorum: Veri korumayı temel bir hak, dijital özgürlüğü ise evrensel bir insan hakkı olarak tanımlamalıyız. Tıpkı diğer temel hakları nasıl koruma altına alıyorsak, dijital özgürlüğü de aynı kararlılıkla güvence altına almalıyız.

Daha az kapsamlı bir yaklaşım mümkün mü? Hayır; bu meselede daha az öncelikli bir hedef yoktur. Bugün, bizleri izleyenlerin saldırılarına karşı korunmak için yeni şifreleme yöntemleri kullanmamız gerektiği söyleniyor. Ancak bu tür çözümler, küresel boyutta yaşanan bir sorunun bireysel düzeye indirgenmesi anlamına gelir. Asıl felaket ise, sorunun fark edilmeden görünmezleşmesidir. Çünkü uygulanan dijital denetim sistemleri giderek daha kusursuz hâle geliyor. Bu bağlamda, özgürlüğün sessizce yok olma ihtimali karşısında vereceğimiz tepkinin sadece teknik ve bireysel düzeyde kalması, ciddi bir tehlike oluşturur.

Doğrusu, bu tür talepleri hayata geçirebilecek bir uluslararası yapıya sahip değiliz. Bu bağlamda, dijital özgürlük riski ile iklim değişikliğinin oluşturduğu risk arasında temelde bir fark bulunmamaktadır. Sorun daima aynıdır: Ulus devlet bu tür küresel sorunlarla baş edemez. Dahası, muhatap alınabilecek güçlü ve etkili bir uluslararası aktör de mevcut değildir. Ancak buna rağmen, dünya genelinde hissedilen ortak bir endişe bulunmaktadır. Küresel riskler, geçmişte örneğini gördüğümüz işçi sınıfı hareketleri gibi, büyük bir toplumsal harekete geçirme potansiyeline sahiptir. Farklı ülkelerdeki sosyal hareketleri ve siyasi partileri farklı derecelerde harekete geçiren huzursuzluğu/rahatsızlığı yukarıda bahsedilen fikre sevk edici bir şekilde siyasi olarak birleştirmek çok önemli bir faktör olacaktır.

Peki, küresel standartların oluşturulması ve uygulanması bu yolla mı mümkün olacak? Hem dost hem de düşmanları etkileyen benzer tehditler üzerine düşünmek, gerçekten de küresel normların oluşmasına ve uygulanmasına zemin hazırlayabilir. Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair küresel bir anlayış ise, ancak bu normların ihlaliyle ortaya çıkabilecek ortak bir toplumsal şok sonrasında gelişebilir. Bu bağlamda, bizi bu noktaya getiren tarihsel bir sürecin içerisindeyiz. Artık ulus ötesi bir siyaset ve demokrasi düzenine duyulan ihtiyaç açıkça ortadadır.

30 Ağustos 2013 tarihinde yayımlanmıştır.

Metnin kaynağı için tıklayın.

Yayımlanan bu yazı Türkçe’ye Yusuf Fırat tarafından sosyokritik.com için çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.